İşte adam, işte plan
Bahar Göçer*
Ülkenin nüfusu hızla artıyor. Genç nesil, Avrupa ortalamasının oldukça üzerindedir. Birçok ülkenin isteyip de başaramadığı bir şey. Çünkü genç nüfus fazla olunca ülke daha dinamik ve üretken oluyor. Ve bu gençler birden fazla üniversitede okuyorsa o zaman bilim, sanat vs. hep ilerler, gelişir, yenilenir. Öte yandan ülkede çalışan ve üreten önemli bir insan kaynağı var. Bu nüfus yoğunluğuyla Türkiye’nin üretimde durdurulamaz bir hız ve güçte olması gerekirken, gerçekte durum tam tersidir.
Orta ve büyük ölçekli işletmelerin insan kaynakları departmanları bulunmaktadır. Personel alımı yapar ve pozisyona göre çalışacak kişileri seçerler. Kapitalizmde çalışanlar iç müşteriler olarak nitelendirilir. İnsani şartlar açısından düşünmesek de bu açıdan baksak bile çalışan değerlidir. Planlama, düzenleme ve organizasyon yapılırken öncelikle çalışan düşünülmelidir. İşi yapanın işçi olduğu düşünülürse, işçi yeteneklerine uygun işlere yerleştirilmeli, rahat çalışabileceği koşullar oluşturulmalı, ihtiyaç ve talepleri dikkate alınmalı, kısacası insanlar merkeze alınmalı ve işte insani koşullar yaratılmalıdır. Çalışanlar keyifli ve huzurlu koşullarda çalışırlarsa bu durumun işe yansıması güçlü bir üretim olacaktır. Büyük ülkeler çalışma koşullarını bu şekilde planlarken ülkemizde ne kamu ne de özel sektör bu şekilde planlama yapmıyor, böyle bir iş anlayışı yok. Ülkenin her tarafı çalışma koşulları ve işçiye verdiği ücret konusunda umursamaz.
Şirketler, çalışanlarının kendilerini özgür hissetmeleri için özel bir çaba harcıyor. Çalışana çok değer verilirse çalışmaz, işini yeterince yapmaz gibi niyetler vardır. Birçoğu, baskı altında üretken çalışmanın mümkün olduğunu düşünüyor. İnsanlara iyi davranılırsa, ihtiyaçları karşılanırsa ve hiyerarşi kurulmazsa her şeyin kontrolden çıkacağını düşünürler. Ülkedeki çalışma fiyatları düşünüldüğünde baskı ve zorlama olmaksızın insanları istihdam etmek zor görünmektedir. Aslında insan doğası üretmeyi ve başarmayı kendi kendini yaratmanın bir yolu olarak görür ve üretmekten zevk alır. İnsanlara uygun koşullar sağlanırsa, mutlu bir şekilde üretimin bir modülü haline gelirler. Ancak bizim durumumuzda çalışanın görüşü, ihtiyaçları ve talepleri hiç değerli değil.
İş yerlerinde saçma sapan bir hiyerarşik yapı var. İş yerinde bir sandalyede oturmak, işgalciyi bilgisinden bağımsız olarak ayrıcalıklı bir konuma getirir. Kararlar ve planlama bu koltuklardan aşağıya doğru yayılarak uygulanır. Koltukta oturan kişinin bildiği veya almış olduğu şeylerin hiç bir kıymeti yoktur. Ayrıca diğer ikinci kademe yöneticiler hiyerarşik yapıdaki konumlarından ve koltuklarının sarsılmasından çok korkuyorlar. Sorun organizasyon ve planlama olmadığı için firmalar genelde kara bir sistem kurarlar ama hiyerarşi sınıflandırmasını bozmadan sistemsiz bir sistem kurarlar. Bazen şöyle olur; İşçiler işi ortadan yöneten ustalardır ve bu ustalar kadroyu ve atölyeyi yönetirler. Bu ustalar atölyede ne isterlerse yaptırıyorlar, idarenin hoşgörüsü alabildiğine geniş. Genellikle üniversite mezunu vb. değildirler. Aslında hiyerarşiyi oluşturan şey ille de bilgi ve işlenebilirlik değil, bir şekilde koltukta olma durumudur.
Ülkemizde çok sayıda endüstri mühendisi yetişmektedir. Bu mühendislikte okuyanlar iş yerinde plan yapmayı öğrenirler. Küçükler biraz daha kontrol edilebilir ama büyük şirketlerde her adım planlanmalı ve herhangi bir kaosa yol açmayacak şekilde sistemli bir şekilde yürütülmelidir. Büyük şirketlerimizde iş, bir kişinin ağzından yazılı bir talimata gerek kalmadan sözle yapılır. İş, personele sözlü olarak tanımlanır. Çalışanların bir kısmı ne yapacağını bilemiyor, onları da duruma dahil edecek bir formül oluşturulmuyor. Bir ustabaşı işi işçilere dağıtır, böylece planlama yapılır ve işe başlanır. Çok büyük şirketlerde ve fabrikalarda çalışanların bir kısmı günü hiç çalışmadan bitirirken, bir kısmı da çok çalışmaktan bitkin düşmüş durumda. Bildiğim bir fabrika sürekli büyüyor ve yeni çalışanların sayısı artıyor ama fabrikayı ziyaret ettiğinizde çalışanların bir kısmı çalışmıyor ve yönetimin bundan haberi yok. Bu fabrikaların ve işletmelerin nasıl bu kadar büyüdüğü hakkında hiçbir fikrim yok.
Özel bölümde personel haftada 45 saat çalışmaktadır. Sabah 8, akşam 6 Bazı işyerleri yerleşim yerlerinden uzakta ve işyerine ulaşım iki saat sürüyor. Çalışan işe geldiğinde, gücünün yarısı esasen gitmiştir. Gün boyu iyi bir performansla çalışmak çok zor. Bazı şirketlerde çalışanın attığı her adım kontrol altında tutulur. Her adım planlı ve bürokrasi aşırı çalışıyor. Bir önceki örneğin aksine performans değerlendirmesi vardır, üreteceği işin boyutu değerlidir. Çalışan her zaman kontrol ve baskı altında çalışır. Büyük holdinglerden birinin üretiminde çalışanların tuvalete gitme zamanını bile kısıtladığını duydum. Bir catering firmasının çalışanı, şişelenmiş su içtiği için işten çıkarıldı. İş yerinde çalışanlar makinenin bir uzvu gibi görülmektedir. Bu yöntemi uygulayan firmalarda idarenin tek kaygısı üretimin devamlılığı, bant sisteminin durmaması ve mümkün olduğu kadar çok eserin üretilmesidir.
Küçük işletmelerde ve atölyelerde teknik bilgi planlaması esasen yoktur. Atölyede her şeye bir usta karar verir, Patronun sağ kolu ve işleri yöneten odur. Şimdi gitmiş gibi değil ama daha önce genç kadro da ustadan dayak yiyordu. Artık fırça yiyor olsalar da pek bir değişiklik yok. Bu ustalar işyerlerine gelen 15 yaşındaki çırakları yetiştiriyor. Atölye ve şirkette tek başına beyaz yakalı muhasebeci yok, genelde mühendis yok, üniversite mezunu yok. Buna rağmen, bunlardan yararlanmak için herhangi bir koşul yoktur. Çünkü çalışabilmeleri için işyerinin bakış açısı ve uygun şartların oluşması gerekmektedir. Daha da kötüsü, çalışanın işveren hakkında bilgi sahibi olması istenmez. Küçük işletme sahipleri genellikle üniversite mezunu değildir. Bundan dolayı yönetim bu kadroları kendi bilincine göre şekillendirdiği halde teknik kadrolar burada yok. Zamanla bu teknik elemanlar bilgi ve becerilerini kaybederek sisteme uyum sağlarlar. Örneğin, genç mühendisler birden çok kez sindirilir ve kendilerini yaratamazlar.
Üniversite mezunu gençler iş başında. Bazıları vasıfsız işçi olarak çalışıyor, 4 yıllık okulu bitirmiş ve taban ücrete tabi. Konuştuğunuzda iş aradım ama bulamadım diyorlar. Hatta bu işi bulduğuna şükrediyor. Çalışmasına ve konuşmasına baktığınızda gerçekten diğerlerinden sıyrılıyor. Bazı üniversite mezunları beyaz yakalı olarak kendi alanları dışındaki işlerde çalışmaktadır. Alanıyla ilgili bir iş bulması pek mümkün değil. Ellerinden geldiğince bir şeyler yapıyorlar ama çalıştıkları alandan mezun olsalar daha doğru olur. Bu sıradan insanların başka seçeneği yok, iş bulmuşlar ve çalışıyorlar. Buradaki yanılgı, planı, organizasyonu ve amacı olmayan bir ülkenin üniversite mezunlarının amacına uygun yerlerde çalışamayacağıdır. Üniversitede her bölümün bir amacı olduğunu söylemeye gerek yok ve üniversite mezunlarını bu amaca yönlendiremiyor, potansiyellerini yok ediyoruz.
İnşaatta çalışanların acısı bir başkadır. Doğu, Güneydoğu Anadolu ve Karadeniz’den birden fazla büyük şehirlere geliyorlar. İnşaatın yakınında birkaç konteyner kuruluyor. Çalışanlar bu konteynerlerde yaşıyor. 30 metrekarelik bir alanda 8 kişi yaşıyor. Çift kişilik ranzalarda uyuyorlar. Genelde ya sıcak suları yoktur ya da temiz içme suyu akmaz ya da sıcak tutacak ısıtıcıları yoktur. Kesinlikle bir şeyler eksik. Bu şartlar altında insanların ihtiyaçlarını karşılayabileceğimiz düşünülmüyor. Acılarını konuşacak kimse bulamıyorlar. Bir kıyaslama yapacak olursak, sanayide çalışan işçilerin durumları inşaatta çalışanlara göre biraz daha iyi. İnşaat işçileri genellikle evlerinden uzakta, sosyal hayatın olmadığı, barınma ve temel ihtiyaçlarının insana yakışır bir şekilde karşılanmadığı şantiyelerde yaşamakta ve çalışmaktadır.
Yeraltı madenciliğine pek aşina değilim ama yerüstü madenciliğinde de durum pek iç açıcı değil. Madencilik işi varsa, yerleşim bölgesinden uzakta bir dağ başında veya bir bozkırın ortasında çalışma yapılır. Burada da konteynerlerde yaşıyorlar. Günlük ihtiyaçlarını bile karşılamakta zorlanıyorlar. Fiziksel olarak da çok zor koşullarda çalışıyorlar. İnşaatta çalışanlar da madenlerde çalışanlara göre biraz daha uygun olabilir. Hayatın akmadığı yerde mayınlar akar, patronun cebini doldurur. Bu arada madencilik bölümü birçok iş kolundan daha fazla para kazanıyor. İnşaat branşı da yurt içinde para kazanmak için avantajlı branşlar arasında yer almaktadır. Genel olarak bu iki şube imalat fabrikalarına göre daha yüksek kârlarla çalışabilmektedir.
Yukarıdaki şubeler her zaman çalışacak personel arıyor. Teknik lise ve önlisans mezunu ama bu alanlarda çalışmak istemeyen çok genç var. Ülkede önemli bir aracı ihtiyacı var. Yukarıdaki işleri yapacak ustalar yetmez ve bir süre sonra bu işi yapacak usta kalmaz.
Bütün bunların yanı sıra, ülke gençlik konutu diye bir şey yarattı. Her 5 gençten biri işsiz ve bu gençler genellikle üniversite mezunu. Okudukları okulla ilgili iş bulamadıkları için çalışmıyorlar. Diğerleri yukarıda belirtilen istenmeyen çalışma koşullarını kabul etmedikleri için çalışmıyorlar. Z kuşağı olarak da adlandırılan şimdiki kuşak, çok iyi yetiştirilmiş gençler. Kendilerini yeterince ifade ederler ve ne istediklerini bilirler. Ama gelin görün ki ülke bu bilinçte değil. Gençler iş arıyorlar, kendi alanları ile ilgili iş bulamıyorlar ya da düşük ücretli işler bulup çalışmak istemiyorlar. Bazıları öğretmenlik vs. mezunu ve atanmamış. İş bulanlar da taban ücretle veya daha yüksek ücretle çalışıyor. Aileleri tarafından iyi bir eğitim görmüş ve adil şartlar isteyen bu gençler, iş hayatına uyum sağlamakta zorlanırlar. Oysa bir ülkenin en büyük maliyeti gençliktir. Geleceği inşa edecek olanlar gençlerdir. Ülkeyi bir sonraki aşamaya taşıyacak olan odur. Dinamik ve üretken yapıları tüm ülkeyi oluşturacaktır. İçinde bulundukları durumdan umutsuzdurlar ve gelecekten beklentileri yoktur. İnsan gençken birçok hayali ve umudu olur ve bunların peşinden koşar. Gençlerin peşinden koşacakları hayaller kuramayız. Tek hayalleri yurtdışına çıkmaktır. Avrupa bu gençleri kabul ediyor. Avrupa bizim koruyamadığımız bu insanları alıyor ve kendi geleceğini garanti altına alıyor. Biz ise onu bastırarak, yok sayarak devre dışı bırakmaya çalışıyoruz.
Ülkede üretim katma değeri olmayan vasat işlerden oluşuyor. Bu nedenle şirketler genellikle Avrupa’daki kadar para kazanmıyor. Ülkenin zenginleri ya da şirketleri dünya sıralamasına girince en namusluları bile sıralamada çok gerilerde kalıyor. Tüm bunlara paralel olarak çalışanlar da kendilerini değersiz ve umutsuz hissediyorlar. Öğrenilmiş çaresizlik burada da devreye giriyor. Nitelikli üretim olmaz ve bu niteliksiz üretim için insan kaynağı harcanır. İnsanlar ve gençler potansiyellerinin farkına varamıyorlar. Hem idari hem de ekonomik sorunlar, üretim kalitesini açıkça düşürmektedir. Büyük ya da küçük ölçekli ülkelerin ekonomisini ayakta tutan bu şirketler ve üretim teknikleri ile Türkiye bir yere varamıyor. Yöneticileri ego ve güç mücadelesinden çıkarıp üretimi istikrara kavuşturmak, mevcut iş gücünü verimli hale getirmek ve yeni iş alanları açmak için elimizdekilerle işi planlamak ve organize etmek atılması gereken ilk adımdır. İnsanları üretime dahil etmek, üretimi sahiplenmelerini sağlamak ve ellerinden gelenin en iyisini yapmaları için uygun koşulları yaratmak gerekiyor. Çok çalışanlar, elverişsiz çalışma koşulları tarafından işkence görüyor.
Bu ortamda işçiyi üretime dahil etmenin en değerli yollarından biri de ona sendikalaşma ve örgütlenme hakkı vermektir. Baskının olmadığı, emeğin karşılığının alındığı, insan odaklı üretimlerde üretken olmamak mümkün değil. Kurtuluş yollarımızdan biri de insan kaynağına sahip çıkmak ve buna ihtiyaç duyan politikalar üretmektir.
*A sınıfı İş Güvenliği Uzmanı